Laiklik Nedir
Laiklik, devletin, vatandaşlarıyla olan ilişkilerinde inançlara göre ayrım yapmaması ve ayrıca, herhangi bir inancın, özellikle de bir toplumda egemen olan inancın, aynı toplumda azınlıkların benimsediği inançlara baskı yapmasını önlemesi demektir. Kısaca laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.
Genel Anlamı: Laik olma durumu ( din işleriyle dünya işlerini ayıran, dinin dünya , özellikle devlet işlerine karışmasını istemeyen kişi, toplum, devlet.).
Felsefi Anlamı: İman ve inancınyerine, aklın egemenliğini kabul eden bir inançtır.
Hukuki Anlamı: Somut olarak devlet ile dinin birbirine karışmaması olarak ifade edilebilir.
Siyasi Anlamı: Siyasal iktidarın, dinsel kudret ve otoriteden arındırılarak bağımsız hale getirilmesidir.Yada dinin siyasal erk ve yaptırım gücüne sahip olmamasıdır.
Laiklik Kavramı
Hıristiyanlığın, ilk yüzyılın sonuna doğru, kilise adamlarına "lericci "denilmeye başlanmıştır. Buna karşılık, inandığı din ne olursa olsun, din adamı niteliğinde bulunmayan bütün yığına da "laikos/laici " denilmesi yaygınlaşmıştır. Bu çağda "laici " terim toplumdaki değişik tabakaları din adamı olmayış niteliği çerçevesinde birleştiren ve isimlendiren genel bir terim olmaktan öteye gitmiştir.
Ortaçağda girişle birlikte, siyasal iktidarın kaynağı ve dinsel-siyasal iktidar iliş-kileri çok tartışılan bir konu haline gelmiştir. Bu tartışmalar içinde "laiklik ", bir siyasal iktidar yapısının adı olarak ortaya çıkmıştır.
Siyasal iktidarın kaynağının dinsel olmadığını ileri süren ve siyasal iktidar yapı-sının din kurallarına göre düzenlenmemesini savunan görüşler "laik " görüşler olarak adlandırılmıştır. Bu durumda belirtilen görüşlere uygun olarak oluşan siyasal iktidar yapıları da "laik " sistemlere yol açmıştır.
Laiklik siyasal iktidarın "siyasal iktidar-din" ilişkileri açısından belirli bir biçimlenmiş sistemdir; siyasal iktidarın dinsel kurallara göre sistemleştirilmesi ve dinsel emirlerle bağlı bulunmaması anlamına gelmektedir. Bu nedenledir ki, laik siyasal sistemlerde, "siyasal yaşam" ve "siyasal iktidarın" da laik olması söz konusudur.
Gerçekten, laiklik, kilisenin siyasal iktidar üzerindaki egemenliğine ve sınırlayıcı-lığına son vermiş, siyasal ve dinsel iktidarın birbirinden ayrılmasına yol açmıştır.
Laik sistem içinde, dinsel inanç kişisel bir temele oturduğuna göre, bu inancı tüm toplum için geçerli bir duruma getirmeye yönelik eylem, din özgürlüğünün kötüye kullanılması anlamına gelmektedir. Belirtilen açıdan, laik devletin din karşısında ki tarafsızlığı. Dinsel inancın, laik sisteme uygun ölçüler içinde varlığı durumunda söz konusudur. Devlet, dinler karşısında tam bir tarafsızlıkla din özgürlüğü tanımakla yükümlü olduğu gibi din özgürlüğünün kötüye kullanılması anlamına gelen eylemleri de engellemekle görevlidir.
Laik Siyasal Düzenin Nitelikleri
• Laik düzenlerde "devlet dini" söz konusu olmaz. Kişilerin din açısından eşitliği kuralı.
• Laik bir siyasal sistemde, devletin yasal, toplumsal ve siyasal yapının dinsel kurallara uygun olması zorunluluğu söz konusu değildir. Yapısının belirli kuralları, dinsel inanç sistem ve teorisine uygun olabilir.
• Laik devlet sistemlerinde "din" kamu hizmeti olarak kabul edilmez. Devlet bir cemaatin dinsel gereksinimlerine yönelik çalışamaz, kişilerin dinsel inançlarına uygun davranabilmek haklarını güvence altına almakla yükümlüdür.
• Kişilere dinsel inanç özgürlüğünün tanınması, laik sistemin zorunlu bir sonucudur. Devlet, kişilere, dinsel inançları ne olursa olsun, inaçlarını açıklayıp yaymak, eğitim yapmak, dinsel inançlarına uygun ibadeti uygulamak, örgütlenmek haklarını tanımak ve bu hakların kullanımı ile ilgili yasal düzenlemelerde dinsel inancın türüne göre ayrım yapmamak zorundadır. Örneğin İtalyan anayasası "din özgürlüğünü" kabul etmekte ancak aynı anayasa "Katolikliği" resmi din olarak tanımakta ve papa'ya belirli ayrıcalıklar sağlamaktadır. Katolik dinsel inanç ayrıcalıklı bir durumdadır bu sebeple İtalyan siyasal sistemi "yarı laik" bir siyasal sistem olarak kabul edilmektedir.
• Laik bir siyasal yapının varlığı, devletin din özgürlüğü tanıması ile de gerçekleşmiş olamaz. Din özgürlüğü soyut bir kavramdır. Bu sebeple devlet bunun somut geçerliliğini sağlamakla yükümlüdür. Farklı dinlerin kendilerini ifadesini engellemeden ancak birbirlerine kurabilecekleri baskıyı engelleyici düzenlemelere gidilmelidir. Böylelikle özgürlüklerden doğan hakların kullanılabilme olanakları sağlanmalıdır. Devlet, özgürlüklerle ilgili olarak, etken, dinamik davranmak, özgürlüklerden doğan hakları sınırlayıcı, hukuka aykırı eylemleri engellemek zorundadır.
• Devlet, siyasal düzenin yapısını ve ideolojik kurallarını korumakla yükümlüdür.
Laik siyasal yapıya karşı, hukuka aykırı eylem, mevcut anayasal sistemin, anayasal değişim usulleri dışında usullerle "teokratik" bir yapıya dönüştürülmesine yönelik eylemlerdir. Bu durumda laiklik devletin hukuka aykırı bir biçimde dinsel temellere dayanan bir düzene dönüştürülmesine yönelik eylemlerin engellenmesini de zorunlu kılar.
Din özgürlüğü ile kişiye icra edilebilir hakların sağlanması, bunların o hakkın anayasal çerçeve içinde ve hukuka uygun kullanılmasını icra edilmesini gerektirir.
Laikliğin Tarihsel Gelişimi
Laik siyasal biçim uzun bir tarihsel sürecin ürünü olarak belirmiştir. Din, bütün toplumlarda yaygın bir olaydır. İlkel toplumlarda, toplum yaşayışı ve örgütlenmenin başlamasıyla din olayıda ortaya çıkmış, toplumların gelişme aşamaları sonucunda bugünkü biçimine değin ulaşmıştır.
İlkel toplumların giderek "devlete " dönüşmesi, yaygınlaşması, sulak toprak gereksinimini yaratmış ve bu sorunun çözümü, saldırganlığa ve yağmacılığa yönelik bir örgütlenmeyi gerektirmiştir. Bu gereksinim, "kumanda " etmek yetkisini ve bunların ayrıcalıklarını yaratmıştır. Din adamları dışında "yönetici " kadrolar oluşmuş ve bunlar giderek süreklilik kazanmıştır. Böylece, toplum yaşantısı, "kutsal " olan ve olmayan biçiminde ikiye ayrılmıştır. Kutsal olan "devlet yönetimi" ni kapsayacak, halkın gündelik üretim çabaları ise, kutsal olmayan alan olarak belirecektir. Siyasal iktidar, yoplumda yaygın olma niteliğini yitirip, belirli soyların tekeline sokulurken, bu toplumsal ayrıcalığın nedeni de dine dayandırılacaktır. Yöneticiler-din adamları ayrımının belirmesi, bir çatışma yaratmayacak, doğa üstü kaynaklara dayanmak açısından bir uzlaşma görülecektir.Savaşlarda ün kazanıp, ayrıcalık sağlayanlar, yöneticilik tekelni soylarına geçirirken, bunun yasallığını doğaüstü, kutsal kaynaklara dayanmakla sağlayacaklardır. Yöneticiler ayrıcalıklarını, belirli uzmanlaşmaların ve kutsallıkların doğal sonucu olarak belirlerken, yığınları bu uzmanlık ve kutsallık dışında, tutmaya çalışarak, toplumsal farklılaşmaları Gerçekleştireceklerdir. Böylece, farklılaşmış toplumlarda tüm düzeni kuran kurallar, din ve dinsel nitelikte hukuk kuralları olacaktır.Devlet yönetimi, yığınlar için, anlaşılmasına gerek olmayan, toplumun imanıyla ayakta tutulan kutsal bir bilgi olarak çıkınca, ya yöneticilik-rahiplik birliği oluşacak, yada rahipler-yöneticiler uzlaşması belirecektir.Kesin olan doğaüstü kavramlara dayanan kutsal bir nitelik almasıdır.
Yerleşik tarım toplumlarının oluşması, değişik toplumlararası ilişkilereve çatışmalara yol açtıkça,daha geniş siyasal örgütlenmeler gerekecek ve bu örgütlenmeye bağlılık bilinci, "tek tanrılı" dinlerin oluşmasına neden olacaktır.( Şimdi tarihsel süreç içerisinde birçok topluma nüfuz etmiş ve halen evrensel nitelik taşıyan hiristiyanlık ve islamiyetin içerisinde laikleşme süreçlerini ve laikliğin tarihçesini anlatmaya devam edeceğiz.)
Hıristiyanlıkta Devlet ve Laiklik
Hıristiyanlık, gerçekte, Yahudi düşünce biçimine dayanan bir nitelikte ortaya çıkmıştır. Hz. Musa ve Hz. İsa, Tanrı'nın değişik dönemlerde yolladığı peygamberler olarak kabul edilmektedir. Buna karşılık, Hıristiyanlık Doğu-Batı çatışması içinde, Roma İmparatorluğu'na başkaldıranların dini olarak belirdiği için evrensel niteliği söz konusudur ve bir kavmin değil tüm baş kaldıranların ortak dinidir. Hıristiyanlığın, evrensel, antik düzene tümden karşı, imparatorun gücünü hiçe sayan dinsel yapısının, toplumun tüm katmanlarını etkilemesi doğal bir sonuç olmuştur. Azatlılar,(köleler) ve zenginler üzerinde ezici bir güce sahip imparatorun iktidarına karşı, halk Hıristiyanlıkta güvence aramış, değişen koşullar ve yapı içinde toplumsal rollerini yitirenler, geçmişin güzel günlerinin Hıristiyanlıkta geri geleceğine inanmışlardır. Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu'nda kazandığı zafer ve egemenlik, Germenlerin Romalıları yenerek Avrupa da tekelleşmiş siyasal iktidarı çökeltişi, feodal ilişkilerin belirmesiyle tümden pekiştirilmiştir. Bu yapı içinde, Germenik toplumların -yaygın siyasal iktidar- biçiminin de, -tekelleşmiş güçlü siyasal iktidar- biçiminde çözülmesi sonucunu yaratmıştır. Bu olgu, Hıristiyanlığın temel kuramlarının siyasal iktidar kuralları içermekle birlikte, Kilise'nin siyasal iktidara egemen olması, tanrı adına iktidarı Kilise'nin verdiği ve geri alma hakkının bulunduğu savına dayanan düşünün belirmesine yol açmıştır. Böylece, kuramında bulunmasa bile, Hıristiyanlık siyasal iktidara kendisi sahip olduğu gibi, siyasal güçlerin yasallık kaynağının kendisinden geldiğini kabul ettirebilmiş, etkin bir Hıristiyan iktidar teorisi oluşturabilmiştir. İslam kurallarından değişik nitelikte olsa bile, kaynağı dinsel olan siyasal güçler, doğal olarak siyasal yapıyı oluşturmuşlar, siyasal-dinsel iktidarı bütünleştirmişlerdir. Ortaçağda Krallarla, Kilise'nin savaşımı, iktidarın laik yâda teokratik olması sorununa dayanmamaktadır. Siyasal iktidarın dinsel, teokratik yapısı tartışılamazdır. Sorun, bu dinselliğin oluşturulmasında Kilisenin rolü konusunda belirmiştir. Bu savaşım çerçevesinde, Kilise'nin efendiliğine baş kaldıran krallara karşı, Kilise feodal yapı içinde senyörleri desteklemiş, tekelleşmiş, güçlü siyasal iktidarın oluşmasına engel olmuştur. Bu gücüyle, Kilise kendi ahlak, inanç ve kültürünü zorla kabul ettirme yollarını aramış, engizisyon dönemi, en bağnaz türünden teokrasiyi dünya tarihine yazdırmıştır.
Avrupa'da yaygınlaşan ve egemen olan Hıristiyanlık, evrenselliğini tüm dünyaya yaymak, zenginleşen kilise yeni zenginliklere kavuşmak amacıyla haçlı seferlerine giriştiğinde, Avrupa'nın gelecekteki yazgısının ve kendi egemenliğinin sonunun tohumlarını da ekmeye başlamıştır. Özellikle haçlı seferleri süresince Batı'nın tanıştığı Doğu, yeni zenginliklerin, ticaret ilişkilerinin de parlak kaynağı olarak gözükmüştür. Doğuyla olan ekonomik ilişkiler, öteki etkenlerle birlikte, Batı servet birikimine yol açarak, burjuvazinin gelişmesinde rol oynarken, Doğuda egemen olan dinsel inanç "İslam ın" bozulmasına, bağnazlaşmasına, temel kurallardan sapmasına da yol açmıştır. Gelişen burjuvazi, serveti sermayeye çevirmeye yönelip, kapitalistleşme süreci başladığında, doğal olarak emek gereksinimi de belirecekti. Emek ise feodal düzen içinde toprağa tutsaktı. Burjuvazinin amacına ulaşması, emeği özgür kılmasına, bu nedenle feodal düzeni çökertmesine bağlıydı. Feodalite Kilisenin koruyucu kanatları altında yaşama savaşı verirken, burjuvazi doğal olarak kiliseyle çatışacaktı. Feodal beylere karşı, meşruti monarşiden yana çıkan burjuvazi, monarşik yapıyı güçlendirmek, kendi öz yapısına kavuşturmak açısından, siyasal iktidarın kaynağını "ulus " kavramına dayandırmak, böylece siyasal iktidarı laikleştirmek zorundaydı. Feodal düzenin yıkımıyla özgür kalan emeği özgürce kiralama olanağına ulaşmak amacı ise, burjuvazinin siyasal iktidarı sınırlamak gereksinimini yaratıyordu. Bu nedenledir ki ulusu egemenliğin sahibi olarak kabullenmek, anayasalcılık hareketine, monarşilerin meşruti yapıda kabul edilmesine neden oluyordu. Böylece, burjuvazinin gelişimiyle, siyasal yapıda, "laiklik " ilkesine dayanılarak, monarşiler kilisenin acımasız kudretinden kurtarılırken, ulus Egemenliğin kaynağı ve sahibi olarak demokratik siyasal biçim de yaratılıyordu. Görülüyor ki, tarihsel süreç içinde, uluslaşmak-demokratikleşmek-laikleşmek olguları birlikte, birbirini tümleyen bir biçimde belirli bir gelişimin sonuçlarıdır.
Kısaca değinilen gelişim, laiklik, uluslaşmak, demokratik siyasal biçime varmak gibi oluşumların, Batı'nın endüstrileşmesinin, kalkınmasının nedenleri olmayıp, sonuçları olduğunu da açıkça göstermektedir. Demokratik siyasal düzenden yana, ulusal egemenlik kuralını savunan laik düzenin, burjuvazinin gelişim süreci içinde ortaya çıkması bir rastlantının ürünü değildir. Burjuvazi kendi sürecinde, gelişiminin ve yönelişlerinin gereksindiği düşünü de oluşturmuştur. Fransız Devrimi, bu gelişimin doruk noktası olarak belirmiş, yeni toplumun gereksinimlerini simgelemiş ve siyasal, yasal, toplumsal biçimler ve düzenlemeler bu gereksinimleri karşılayıcı nitelikte oluşturulmuştur. Burjuvazinin gereksinimleri, laik demokratik bir siyasal yapıyı zorunlu kıldığında, yeni biçimlerinde bu niteliklere göre oluşturulması doğal bir sonuç olmuştur. Belirtilen çizgide, laiklik, burjuvazinin Kiliseyle çatışmasının siyasal yapıya yansıması olarak belirmiştir. Laik düşüncenin burjuvazinin iktidar olmasıyla çağdaşlığı, burjuvazinin kendi kültürünü yaratması, toplumsal, siyasal, yasal yapıyı kendi düşününe göre yeniden oluşturması anlamına gelmektedir.1789 ihtilali monarşiyi yıktığı, anayasal bir siyasal yapıyı gerçekleştirdiği için değil, burjuvazinin yeni kültürünü ve dünya görüşünü tüm topluma egemen kıldığı, tüm toplumsal ilişkileri temelden başkalaştırdığı için devrimci bir nitelik taşımaktadır.
O çağa değin egemen olan Katolik kilisesi, "reform " hareketi denilen Hıristiyanlık inancından çözülme, bölünme olayı ile de karşılaşmıştır. Bu bölünmede beliren Lütherce, Calvenci din akımları, gerçekte siyasal iktidarı bağımlı kılmakta, Hıristiyan teokrasisini savunmakta Katolik denli bağnaz ve ısrarlı olmayan niteliktedir. Ancak Lütherciliğin, imandan gelen köleliği yıkıp, kesin inançtan gelen köleliği yarattığı, otoriteye inancı yıkıp, inancın otoritesini yarattığı, insanı dışardan saran dinselliği silip, insanın özünü dinselleştirdiği kabul edilebilir.
Yine siyasal biçime ve laik yapıya Kilisenin tepkisi, önce bu değişmelere karşı direnmek biçiminde direnmiştir. Direniş, dinsizliğe varan akımların tepkisiyle sindirildiğinde ise, Kilise, tüm yaşamla ilişkisini kesmek, suskunlaşmak, kabuğuna çekilmek yolunu yeğlemiştir. Bu süreç sonucunda papalık, siyasal yaşamda Katolikliğin etkinliğini yasaklasa da bu tavrını uzunca bir süre koruyamamış ve bir Katolik hareketinin yaratılmasını öngörmüştür. Bu görüş, Hıristiyan demokrat partilerin Hıristiyan hareketi olarak siyasal yaşamda etkin olma yollarını ve genellikle de bulmalarına yol açtı.
Özellikle Latin Faşizmi dinsel öğeleri, kendi dinselliğini sağlamak açısından önemli bir etken olarak kullanmıştır. Katolik ispanya ve İtalya'da faşizm, Kilisenin desteğini bulmuş, onunla uzlaşmış, böylece Katolik yığınların güvenini sağlamaya yönelmiştir. Faşizm, mitleştirdiği amaçları olan, mistik otoriter, belirli bir öndere kesin baş eğmeyi öngören devlet anlayışı içinde, kendi dinselliğini yaratmıştır. Bu yapı içinde kilise ve dinsel inançlar faşist devletin oluşmasında, yasallığını sağlamada yararlı olacağı için, onunla uzlaşılmış ama kaynaşılmamıştır. Mussolini'nin Papalığa eski haklarını tanıyan Latran Anlaşması'nı kabullenmesi bu konuda örnektir.
Kısaca değinilen olgular şunu göstermektedir ki, batının toplumsal gelişimlerinin yarattığı kapitalistleşme ve endüstrileşme, laik, demokratik ulusal siyasal yapılara yol açarken, Kilisenin siyasal iktidar üzerindeki dinsel gücü ve kaynaşması kırılmıştır. Buna karşılık, din insanların zihinlerindeki bir ideoloji olarak kavranmış, toplumsal ve ekonomik ilişkilerden soyutlanmıştır. Bu soyutlama, siyasal biçim açısından bağlayıcı ve emredici otorite olmaktan çıkartılan dinin, kişisel davranışlar, ilişkiler, tercihler açısından etkinliğini sürdürmesi sonucunu yaratmıştır. Bu nedenledir ki, batının tümden laik olduğu, salt aklın yönetiminde ve etkinliğinde olduğu savı gerçekçi değildir. Yalnızca ekonomik gelişmenin yarattığı yeni kültür, uygarlık gelişimi açısından dinsel bağnazlığın ve engelleyiciliğin yok edilmesi değilse de, en büyük ölçüde sınırlandırılması sonucu doğmuştur. Öyle ki, Kilise bile teolojik açıdan, çağın gereklerine uygun dünya görüşünü araştırma çalışmalarına girmiştir. Çok ana çizgisi içinde, batıda tarihsel gelişim, dinsel bağnazlık ve bağlayıcılıktan başlayarak, belirli etkenlerle oluşan burjuvazinin gerçekleştirdiği endüstri devrimiyle, dinin uygarlığı engelleyici etkinliğinin sınırlandırılmasıyla noktalanıyor. Buna karşılık laiklik, kişi, toplum ilişkisi ve tercihlerinde dinsel etkinliğinin önlenmesi anlamında kabul edilirse, insan düşüncesinin tümden laikleştiğini, aklın kesin egemenliğinin kurulabildiği söylenemez.
İslam'da Devlet ve Laiklik
İslam'da devlet ve hükümet kuralları, dinsel niteliktedir. Bu kurallar zaman her yerde ve her türlü koşullar içinde yürürlüğü ön görülen ve kaynağını Tanrı'nın iradesinde bulan ilkelerdir. Gerçekte, İslam belirli bir devlet türünü ön görüp yeğlememiştir. Zamana, yere ve koşullara göre oluşturulacak siyasal düzen, belirtilen ilkelere dayanan herhangi bir biçimde olabilir. Kabul edilen "insanların maslahatları" bulundukları toplumun zaman ve "ahvalinin değişmesine" bağlıdır ilkesi, belirli siyasal biçimin değişmez bir biçimde kabul edilmesini engellemektedir. Kısa bir deyişle, İslam kuramsal olarak, toplumsal gelişim, değişim ve gereksinmelere uygun siyasal biçimlere olanak tanımaktadır; bu biçim İslam'ın değişmez temel ilkelerine uygunluğu yeterlidir. İslam'ın, siyasal iktidar biçimleri açısından temel ve değişmez ilkesi toplumsal ve siyasal düzenle ilgili tüm kuralları Tanrı'nın saptadığı inancıdır. Tanrı'nın kulları da Kuran 'da yer almaktadır ve bu asıl yasa dışında kişilerin kural ve yasa koyma yetkileri yoktur."Teşrii " gerçekte yalnızca Tanrı'ya aittir. İslam hükümeti emreder ilkesinin, İslam'ın siyasal kuralı olarak kabul edilmesi, İslam'da devlet yapısının kesinlikle teokratik olduğu sonucuna varılmasına neden olmuştur. Buna göre, teokrasi, devletin dini devlet olması ve yönetenlerin iktidarlarını tanrıdan almaları anlamına gelir. Her-kes yeryüzünü imar ve ıslah etmekle Tanrı'nın halifesidir. Tanrı hükümlerinin yerine getirilmesinin kaynağını da halktır. Tanrı, ahkamının tenfizini emrederken, tüm müminlere seslenmektedir. Tanrının dışında kendine özgü iktidar sahibi kişi yada kişiler kabul edilmediği için, İslam devletinin teokratik niteliği Hıristiyan teokrasisinden farklıdır. Tanrı yasaları tüm ümmet tarafından uygulanmayı gerekirken, İslam'ın yaygın duruma gelmesi, ümmet temsilcilerinin bu görevi yerine getirmesi zorunluluğunu yaratmıştır. Tanrı ve Resulü ile halk arasında siyasi misak (sözleşme) söz konusudur. Kuran'da sözü edilen ahdi ve akdi durum, misakı dile getirmektedir. Misak tek taraflıdır ve taraflarını ve koşullarını Tanrı saptar. Misak ümmetin bağlı bulunduğu dinsel nitelikteki siyasal iktidarın kaynağını, yasallığını ve geçerliliğini ortaya çıkarmaktadır.
İslam'ı uygulamak, ibaibadeti sağlamak, adaleti gerçekleştirmek, dinsizliği cezalandırmak, mal, can ve namus güvenliğini sağlamak, Cihat açmak için Devletin varlığı zorunludur ve egemenliğin sahibi Tanrı'dır. Tanrı egemenliği Kuran'da mülk olarak adlandırılmaktadır.
İslam anlayışına göre, Tanrı, kişilerin kendisine olan metafizik kulluk bağlılığına karşılık, onlara, "akıl ", "irade ", >ve "dokunulmazlık " vermiştir. Kişinin akıl, irade, özgürlük egemenliğinin kavranış ve yorumlanışı, değişik İslam okullarına göre başka başka olmuştur. Akılcılığı savunan "Mutezile " anlayışı, bağnazlığı simgeleyen, aklın ve iradenin varlığını yadsıyan "Cebriyye " okulu ile karşılaşmıştır. Bu okulların İslam toplumundaki etkinliğine göre, o toplumun yönelişleri farklılaşmıştır. Böylece maslahatta uygunluk , içtihat , meşveret(danışma) kuralları unutulmuş, İslam toplumları, kaderci, tutucu, bağnaz bir dinsel düşüncenin egemenliğine girmiştir. Salt "itikad " sorunları ile ilgilenen ve felsefeyi yadsıyan ilm-i kelam sorunlara iman yoluyla çözüm aramış, aklı mahkûm etmiştir. İbn-i Rüşt, Farabi, İbn-i Sina gibi düşünürlerin yer aldığı İshak al-Kadim tarafından kurulan Felsefe okulunun, toplumsal çöküş süreci içinde İlm-i Kelamcılara yenik düştüğü görülmüştür.
Kaderci düşünün, İslam toplumunun iç dinamizmini yok etmiş; hoşgörüsüzlük, bağnazlık, dinsel kuralların kesin bağlayıcılığı, gelenekçilik, geri kalmışlık süreci içinde İslam toplumlarında egemen olmuştur. Geri kalmışlık tarihsel bir gerçek olarak saptandığında, varılan bu sonuç doğu toplumlarının kaderi sayılmış ve bu tarihsel noktada İslam düşününün bulunduğu durum göz önünde tutularak İslam'ın gelişime engel olduğu savına özellikle şarkiyatçılar varmışlardır.
Geri kalmışlık ekonomik bir yapıdır ve Batı'nın geri kalmışlığı, biçimsel ve teknik açıdan ele alıp, Müslüman ülkelerin gelişmeleri için Müslümanlıktan uzaklaşmalarını koşul sayması, sömürgeleştirdiği Doğu'yla bu sömürge ilişkilerini değişik biçimler içinde sürdürme amacının sonucudur. Batı böylece, kendi uygarlık düzenini, biçimsel, taklitçi bir yapı içinde Doğu'ya kabul ettirmek, kendisine bağımlı kılmak yönelişindedir.
Doğu'da kapitalistleşmeye engel öğeler nedeniyle Batı'daki gelişimin benzerlerini sağlayamamıştır. Tanrı karşısındaki eşitlik kuralı ve köleler ile öteki tabakalar arasında sınıfsal farklılaşmanın olmayışı, "mülk"ün Tanrı'ya ait oluşu, Doğu'da burjuva-feodal çelişkisini engellemiş ve kapitalistleşmenin iç dinizmi oluşmamıştır. Bu durumda, Doğu'da servet birikimi, dış dinamizm ile ticaret ilişkileri içinde sağlanmıştır. Bu oluşum içinde, servet belirli ellerde birikmiş ve sermayeye dönüşme olgusu gerçekleşmemiştir. Serveti elinde bulunduranlar ise, genellikle dinsel-siyasal iktidar sahipleridir. Bunlar, içine girdikleri ekonomik ilişkiler içinde, bu ilişkilerin gerekli kıldığı tutucu-gelenekçi-kaderci-bağnaz dinsel kuramları da oluşturup, sapkınlığa yol açtıkları gibi, İslam dünyasının sömürgeleşmesinde de rol oynamışlardır. Gerçekte, Batı-Doğu ilişkisi içinde, Batı engizisyondan burjuva demokratik durumuna ulaşırken, Doğu büyük bir uygarlıktan çöküntüye düşmüştür. Bu birbirine ters gelişim sonucu, Batı, Doğudaki ekonomik egemenliğini, düşünsel egemenliğiyle pekiştirmek için, sorunların tüm suçunu "İslam'a" yükleyip, çözüm yolu olarak laikleşmeyi göstermiştir.
İslam'ın gerçekte ne geri kalma nedeni olduğu, ne de çözümün İslam'dan çözülmeyle gerçekleşebileceği görüşü, bazılarınca İslam'ın gerçekte devrimci dinamizme sahip olduğu düşüncesiyle tümlenmiştir. Bu düşünce, Müslüman ülkelerinde "ulusçu İslamcı ileri" akımlara yol açabilmiştir. Gerçekte, İslam düşünceleri, İslam dünyasının geri kalmışlığını çok önceleri saptamışlardır. Özellikle XVIII. yüzyıldan sonra, geri kalmışlığın İslam dünyasını tutsak ettiği saptanmış, ama çözüm yine dinsel alanda görülmüştür. Gerçekten, kurtuluşu arayanlar, çareyi İslam'ın ilk günlerine dönüşte bulmuşlar, dinden uzaklaşmayı sorunların nedeni sayılmışlardır. "Vahabilik","Veliyullah akımı","Hindistan'daki anayasacılık" hareketi, bu konuda örnektir. Bu akım ve görüşlerin başarısızlığı, Batı'da İslam'ın uygarlığı ve liberalizmi ile bağdaşmazlığı temeline oturtulmuştur. Uygarlık ve demokrasi ile İslam kurallarının sentezinin kurulamayacağı savı, Batı'nın, İslam'da laikleşme zorunluluğunu savunmasıyla sonuçlanmıştır. Özellikle, I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı bütününün çöküşü, İslam ülkelerinde ulusçuluk akımlarına yol açtığında, İslamcı ulusçuluk bu ülkelere sahih çıkan Batı'ya karşı kurtuluş savaşlarının da itici gücü olmuştur. Cezayir'de Şeyh Bin Bitlis'in "ulema hareketi", Sudan'daki "Medhi" hareketi, Hindistan'daki "Sipahi İsyanı" bu konulara örnektir.
Din, değişik koşullarda, olumlu yada olumsuz yönde etkin olabilmektedir. Dinin bu değişik etkinliği, temelde toplumsal yapının özellikleriyle belirlenmektedir. Bu açıdan, din olgusu, çağından ve çağının koşullarından soyutlanarak ele alınamaz; toplumlardaki dinsel etkinlik, din ile siyasal iktidar arasındaki ilişki, gelişim karşısında dinsel tutum, birer neden olmayıp, birer sonuç olmaktan öteye gidemez. Laiklik ilkesini ve siyasal biçimini de bu anlayış içinde görmek gerekir.
Osmanlıda Laiklik
Osmanlı İmparatorluğu'nu kuran Osmanoğulları, devlet egemenliğini elinde bulunduran bir ailedir. Devlet başkanı ülke ve ülkede yaşayanlar üzerinde mutlak bir egemenlik hakkına sahipti. Başlangıçta yalnızca cismani iktidara sahip alan devlet başkanı/padişah, Yavuz Sultan Selim'in, Mısır'da bulunan Abbasi halifesinden hilafeti devralması ile ruhani iktidara da ulaşmıştır.
Geleneksel devlet sistemi mutlak ve teokratik yada yarı teokratik bir monarşiydi. İşleyişi, Padişah-Ulema -Yeniçeri üçgeni arasındaki uyuma bağlıydı. Gerileme döneminde ise bu unsurlar tek tek yozlaşma içindeydi.
Osmanlıda devlet ve iktidar yapısında, saltanat kurumu Devletin monarşik karakterini vurgular ve iktidarın sahibi olarak görünür. Devlet aynı zamanda teokratik ağırlıklıdır, anayasallaşma hareketleri, padişahın iktidarını paylaşma çabaları kısmen sonuç verse de kısa sürmüş buna karşın yönetimi laikleştirme çabaları I.Meşrutiyetle sağlanamamıştır. Çünkü. Devletin dini "dni-i İslam'dır"(md.11),Padişah aynı zamanda halife olup(md.3,4) "ahkam-ı şerriye" yi uygulatır(md.7), Şeyhülislam devlet örgütü içinde ve hükümette yer almaktadır (md.27), Yasalar "umur'u diniye"ye (din buyrukları) aykırı olamaz(md.64),Ülkede şeriyye mahkemeleri vardır ve anayasa tarafından tanınmıştır(md.87) gibi hükümler çoktan ilk anayasada yerini almıştı.
Laikleşme, anayasal gelişmelerle tam anlamıyla sağlanamasa da bu anlamda büyük gelişmeler sağlanmıştır. Şimdi bunlara kısaca bir göz atalım.
Laikleş(tir)me Çabaları
Osmanlı klasik döneminde şeyhül İslam ulemanın sembolik lideri durumunda bir fetva makamıydı; ancak padişah yada sadrazamın sorusu üzerine cevap verirdi. Çöküş döneminde ise bunlar siyasal görev ve işler de yüklenmişler, padişah yada sadrazamların devrilmesinde meşrulaştırıcılık hizmeti görmüşlerdi. III. Selim, II. Mahmut ve Tanzimat dönemlerinde ise şeyhülislamın statüsünde önemli bir evrim meydana geldi. Bu makam merkezi devlet örgütlenmesi içine çekildi. Şeyhülislam, Meclis-i Meşveret ve Heyeti Vükela üyesi yapıldı. Bu arada da, İslam hukuk ve şer'iye mahkemeleri yeniden düzenlenirken, bunlar şehülislamın otoritesi altına konuldu. Böylece şeyhülislamlık, şer'i mahkemelerin başı, medreselerin nazırı durumuna gelirken, fetva yetkisini de koruyor, üstelik artık Meclis-i Vükela'nın bir üyesi olarak bunu devlet dışında değil, devlet içi bir makamdan kullanıyordu. Siyasal, yargısal, yönetsel, eğitimsel, yetkiler elde etmiş olan bu makamın bir de kabineye alınarak kazandığı siyasal nüfuz, devlet ve toplum hayatındaki teokratik gelişmenin güçlenmenin göstergesi olmuştur.
Bütün bunlara karşın, Tanzimat döneminde teokratik esaslardan uzaklaşma yönünde anlamlı ve derin değişmeler başlamoıştır.Bunların bir örneği, Müslüman olmayanların hak ve özgürlüklerinin ve yasa önünde eşitliğinin sağlanması yolundaki adımlardır.Böylece, o güne dek müslüman olmayanların dinsel yaşamları bir hoşgörü çerçevesi içinde korunmuşken, şimdi bunlara hak ve özgürlük niteliği aşılanıyordu.
İkici değişme, egemenlik anlayışını ilgilendirir. Burada, teokratik egemenlik ilkesinin pratikte yumuşamaya başladığını görmek mümkündür. II. Mahmut'un, bütün uyruklarını din ve mezhepleri ne olursa olsun bir saydığını ifade eden sözleri, ; ondan sonra çıkan Abdülmecit, saltanatın ilk günlerinde, "kullar" yönetiminin kendisine Tanrı tarafından verilmiş bir hak olduğunu ifade etmişken daha sonra bütün Osmanlı halklarına kişisel ve siyasal güvenceler tanıyıp (GHHve Islahat Fermanı ), teokratik kökenli egemenlik yetkilerini bizzat sınırlama yoluna gitmişti. Abdülaziz ise Hatt-ı Hümayununda bile dine ilişkin formüller kullanmadı, hilafete değinmedi, Abdülmecit gibi " Tanrı'nın inayeti, peygamberin ruhaniyeti" nden söz etmedi, "şeriat" sözcüğünün yerine "kavanini mevzua"(yürürlükteki yasalar), hatta "ibdat" (kullar) teriminin yerine de "tebaa" (uyruklar) sözcüklerini kullandı. Elbette, bu eksiltme ve düzeltmeler onun mutlak saltanat haklarından vazgeçtiği anlamına gelmiyordu. Ama mutlakiyetçi yönetimin dinsel dayanaklarının silikleşmesi dikkat çekiciydi.
Abdülaziz 1868'de Şura-yı Devleti açılış konuşmasında daha da ileri giderek, yeni örgütlenme biçimini,yürütme gücünün adliye,diniye, ve yasama güçlerinden ayrılığı temeline dayandığını söyledi.
Bu gelişmelerin ışığında şeyhülislam, fetva bağımsızlığını yitirmiş,devletin denetimi altına girmiş,bakanlar kurulunun gerekli olduğu anlarda bunun isteği üzerine onay bildiren bir makam durumuna doğru gerilemiş de oluyordu.
Teokratik ilkelerden uzaklaşma çizgisi kanunlaştıma hareketlerinden de izlenebilir. Bir kere yeni yasaların bir bölümü yabancı kökenli (aktarmalar,réception'lar), bir bölümü de yerli ama din ötesi kaynaklıydı (örfi hukuk geleneğinin mirası). Bunlarda, dinsel hukukta yer almayan, hatta şeriata ters düşen kurum ve kurallar bulunuyordu.Kanunlaştırma hareketiyle doğan bir başka durumda, yeni yasların din ve mezhep ayrımı gözetmeksizin herkese uygulanması, bu bağlamda bir hukuk birliğine yönelinmesiydi.Şer'i hukuk ve örgütlenmelerden ayrılışın ilk örneği olan 1840 Ceza kanunnamesi bu gidişin başını çekmiştir.
1858 tarihli Ceza kanunname-i Hümayunu ise daha da açıkça laik kurallar içeriyordu. Din ve mezhep ayrılıklarını aşan, herkes için geçerli ve standart yeni yasalar, laiklik yolunda bir atılım demekti. Şer'i hukukun doğrultusunda, ama onu aşan bir mevzuatın, dinsel kaynaklı olmayan yaslar topluluğunun oluşmaya başlaması, Tanzimat döneminin ürünüdür.
Kanunlaştırma hareketi doğrultusunda ve bunun bir gereği olarak Osmanlı yargılama örgütü ve üsülü de laiklik yönünde gelişme gösterdi.Nizamiye mahkemeleri kurulduktan sonra bunlar şeriat mahkemeleri aleyhine bir gelişme kaydettiler. Böylece, dinsel hukuktan olduğu gibi dinsel yargılama sisteminden de kopma başladı.
Nihayet, merkez ve taşradaki meclislere din ayrımı gözetmeksizin bütün uyrukların girmeye başlaması, kamu hizmetine girişte Müslüman olmayanlara hak tanımayan geleneksel sistemden uzaklaşmanın göstergesiydi. Vilayet, liva, kaza idare meclisleriyle belediye meclislerinde bütün unsurların temsilinin kabulü, İslami meşveret prensibini zedelemiş oluyordu.
Özetlemek gerekirse; Tanzimat döneminde devlet yönetimiyle doğrudan ilgili kurum ve ilkeler katında, teokrasiden ayrılma yönünde açık ve seçik bir bir değişme ilk bakışta göze çarpmamakla birlikte, gerek bütün uyruklara eşit haklar tanınmasıyla, gerek egemenlik anlayışı ve şeyhülislamın konumundaki yumuşamalarla gerekse yasalarda ve yargılama sistemindeki yenilikler yoluyla teokratik devlet anlayışı ve yapısı darbeler almaya başlamıştır.
Cumhuriyet Döneminde Laiklikve Uygulaması
Türkiye'de din-devlet ilişkileri bakımından köklü değişim cumhuriyetin kurulmasıyla yaşanmıştır. Bu değişimin düşünsel kökleri hiç kuşkusuz cumhuriyet öncesi karşımıza çıkmaktadır, ancak bu düşünceler köklü biçimde uygulama imkanına cumhuriyet sonrasında kavuşmuştur. Cumhuriyet'in kurulmasından sonra kesin bir tutumla laik bir devlet ve seküler bir toplum yaratma çabalarına başladığını görüyoruz. Rutsow'un da işaret ettiği gibi, pek az ülke tüm siyasal,sosyal ve kültürel hayatında bu dönem Türkiye'si kadar kapsamlı veya hızlı değişiklikler geçirmiştir.
1924 anayasası "Türkiye devletinin dini İslam'dır" (m.2) ibaresini taşımaktadır.Bununla birlikte köklü değişikliklerin bir bölümü bu madde yürürlükte iken yapılmıştır. Bunları başlıklar olarak verecek olursakşu yasal düzenlemelerin yapıldığı görülmektedir:
• 1924 hilafeti ilgası.
• Osmanlı devlet yönetiminde en yüksek dini yetkiye sahip olan ve işlevleri arasında siyasal kararları İslam hukukuna uygunluğunu gözetmek olan şeyhülislamlık makamının 1924'de kaldırılışı.
• 1924'te tevhid-i tedrisad kanununun kabul edilmesiyle medreselerin kapatılması,şer'iye ve evkaf bakanlığının kaldırılarak diyanet işleri başkanlığının ihdası.
• 1925 'te şapka kanunu ve miladi takvimin kabul edilmesi tekke ve zaviyelerin kapatılarak tüm faaliyetlerinin yasaklanması.
• 1926'da İsviçre medeni kanunu ve borçlarkanunu ile İtalya ceza kanununun kabul edilmesi.
• 1928'de harf inkilabı ve anayasadan "İslam dini" ibaresinin kaldırılarak anayasadaki yemin metinlerinin laikleştirilmesi. Bu nedenle yeminle ilgili maddelere "vallahi" ifadesi yerine "namusum üzerine söz veririm" ibaresi konulmuştur.
• 1929'da Alman ceza mahkemeleri usulu kanunu ve isviçre icra iflas kanununun kabulu.
• 1930'da imam-hatip okullarının kapatılması.
• 1931'de Türk Dil Kurumu'nun kuruluşuyla Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin türkçe'den ayıklanması sürecinin başlatılması.
• 1932'de ezanın ve kametin türkçeleştirilmesi.
• 1934'te hafız,ağa,şeyh,molla,efendi,paşa, gibi lakap ve unvanlarla beraber bazı kisvelerin yasaklanması.
• 1935'te hafta tatilinin Cuma gününden pazara çevrilmesi,
• 1937'de laiklik kavramının anayasa maddesi haline getirilmesi.
Görüldüğü gibi devleti laikleştirmeye ve toplumu dönüştürmeye yönelik düzenlemeler, anayasada laiklik ifadesi yer almadan önce yapılmış, laiklik ifadesi bir sonuç olarak yer almıştır.
Modernlik ve Laiklik
Din ve modern toplum ilişkisi sürekli gündeme gelen ve modern toplumun siyasal örgütlenme biçimi olan demokratik işleyiş ve ilkeyle çelişki yratan husus, belli bir toplumsal hayat biçiminin, dini meşrutiyyet çerçevesinde, bir din devleti olarak topluma dayatılması düşüncesidir.Dinin kamu hayatında yer alması farklı birk onudur ve dinin kamu hayatında yer alma talebi demokratik ilkeyle çelişik olmak zorunda değildir. Dini inanç hayatın tüm alanına ilişkin olduğu için bireyin inancını kamusal hayata taşımasını teminat altına almak, demokratik sistemin işlevi olmak durumundadır.Dini değerlerle modern toplusal hayatın işleyişi hiç çatışma ihtimalinin olmadığını söyleyemeyiz. Aslında toplumsal hayat tabiatı itibariyle bünyesinde bir çok çatışma barındırır, bireylerin kendi aralarında, ayrıca farklı çıkar, inanç,düşüncelere mensup toplumsal kesimler arasında çatışma olması kaçınılmazdır.Toplum hayatını mümkün kılan, bu türden kaçınılmaz çatışmaların, birlikte yaşamayı mümkün kılmak üzere, bir şekilde düzenlenmesidir.Bu düzenleme bazı siyasal üsluplarda baskı, bazılarında ise daha ziyade uzlaşma üzerine dayandırılabilir.Demokratik siyasal üslup bir uzlaşma uslubudur, bireyler ve toplumsal gruplar arasındaki çatışmaları uzlaşma zemininde örgütleme iddiasındadır.Dolayısıyla demokratik toplum ve siyasal örgütlenme modeli içinde laiklik,yukarıda çizilençerçeve içinde,yeniden yorumlanabilir ve dinin bireyin özel hayatına hapsedilmesi anlayışının ötesine geçilebilir.