Balkanlar
BALKANLAR
Balkanlar her zaman dünya üzerindeki savaşların çoğunun ilk başlangıç yeri ya da sebebi olmuş, büyük devletlerin birbirleri arasındaki mücadelesinde umarsızca kullanılmış ve insanları yıllar boyunca savaş, yıkım, kargaşa içersinde yaşamaya mecbur bırakılmıştır.
Balkanlar Tuna'dan Çanakkale'ye, Istranca'dan İstanbul'a uzanır ve her ne kadar bir Macar ya da bir Yunanlı tarafından bu durum hoş karşılanmasa da Macaristan, Romanya, Yugoslavya, Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan ve Türkiye'nin bir bölümünü içine alır. Balkanlar, coğrafi yapısı, insanları ve tarihi süreciyle uluslararası alanda ön plana çıkar. Balkan insanları tarih boyunca küçümsenmiş, istekleri göz ardı edilmiş, özetle Balkan insanından tarih boyunca korkulmuştur. Bu korku, Batı’nın dikkatini büyük oranda bu bölgeye yöneltmesine ve bunun sonucunda da çıkar politikalarının Balkanlar üzerinde yoğunlaşmasına sebep olmuştur.
Osmanlılar için, sahip oldukları uçsuz bucaksız coğrafya üzerinde Balkanların hep özel bir yeri olmuştur. Bu özel yer tarih boyunca yaşadıklarıyla kendisine verilen önemin boşuna olmadığını ispatlamıştır
Bugün, eski Yugoslavya'da silahlar susmuş olsa da Dayton'da imzalanan ateşkes antlaşmaları henüz kalıcı bir barışın garantisi değildir Her an patlak verebilecek bir savaş olasılığı, Balkanlar'daki barışı tehdit etmeye devam etmektedir. Bu soruna çözüm kavuşturmak amacıyla bölgede sürüp giden sorunlara ilişkin bağımsız bir bakış açısı geliştirmek ve uzun vadeli bir istikrar sağlanmasına yönelik Batılı bir yaklaşım önermek amacıyla, Temmuz 1995'te Berlin Aspen Enstitüsü ve Carnegie Uluslararası Barış Vakfı tarafından Uluslararası Komisyon kurulmuştur. Komisyonun, Türkiye dahil tüm Balkan ülkelerinde geniş bir siyasi yelpazeyi gözeterek gerçekleştirdiği üst düzey görüşmelere dayanarak hazırladığı rapor, hiç kuşkusuz, bir Balkan ülkesi olarak Türkiye'yi de yakından ilgilendirmektedir.
Her ne kadar bu bölgenin, Türkiye için ağırlıklı bir stratejik önemi yoksa da, duygusal olarak büyük bir etkiye sahiptir. Balkanlar, laik İslam'ın Avrupa ile ortak kaderinin simgesi, bütün Türk toplumuna yayılmış çok sayıda insanın doğum yeri ve kaderlerine kayıtsız kalınamayacak sayıda Türk'le Müslüman'ı geride bırakarak bu bölgeden çekilmiş bir imparatorluğun izleriyle dolu bir bölge olarak derin bir anlam taşımaktadır.
Tarih boyunca Balkanlar üzerinde birçok savaş yaşanmış olmasına karşın Arnavutlarla Sırpların karşı karşıya gelmesi, yıllardan beri süregelen dostluğun ve birçok savaşta müttefik olarak yer almanın ardından doğal karşılanamamaktadır Yıllar boyunca birçok kez bir arada savaşan bu iki halk ne olmuşsa biranda karşı karşıya gelmiştir Bu da Batı’nın bir oyunu mu” sorusu akıllara gelmiyor değildir Günümüz tarihçileri, eski dönemlerin kayıtlarını incelerken Sırplar ile Arnavutları birbirlerinden ayırmakta dahi zorlanırken yakın zamanları incelerken nasıl olup da birbirlerine böylesine düşman oldukların anlamakta güçlük çekiyorlar.
Soğuk savaş döneminin bitmesinin ardından Balkanlarda yaşananlar, barışın hakim olacağı bir dünya düzeninin kurulacağı umutlarını azaltmıştır. Kendiyle barışık, çok-kültürlü demokratik toplumların henüz çok uzağındayız. Batılıların yıllardan beri sorun yumağı diye adlandırdıkları doğu bölgesi bu ismin neden kendisine verildiğini kanıtlamıştır. Sorunlar 89’dan itibaren tehlikeli boyutlarda ortaya çıkmaya başlamıştır. SSCB ve Yugoslavya’nın dağılışının ardından köşelerine çekilmiş olan sinsi kuvvetler ortaya çıkmış ve yıllar boyunca dünya barışına darbe vurmuşlardır.
Ekonomik sebepler yüzünden ki bunların başında petrol geliyor, yıllar boyunca dostluk ve barış içinde yaşamış, aynı kültüre ve aynı değerlere sahip halklar birbirlerine düşman olmuşlardır. Bunun sorumlusu olarak kritik dönemlerde başa gelen ve revizyonist politikayı benimsemiş liderler de gösterilebilir.
Soğuk Savaş döneminin sona ermesi ile doğan yeni konjonktür sonucu ortaya çıkan Balkanlardaki krizler, geçtiğimiz on yıl içinde şu veya bu biçimde yatıştırılmıştır. Bölgedeki krizlerin çoğunun geçici anlaşmalarla sonuçlanmış olduğu düşünülürse, Balkanlar’da tam bir istikrar sağlanmasının olanaklı olup olmadığı sorusu gündemi işgal etmeye devam edecektir
Balkanlar’ın soğuk savaş sonrası dönemini iyice anlayabilmek, Türkiye’nin bu dönem itibariyle dış politikasını çözümleyebilmek için 1989 sonrasında olayları, ülkeleri, Türkiye’nin ve dünyanın olaylar karşısındaki tutumlarını ayrı ayrı incelemek gerekir.
1989'dan 1999'a kadar geçen on yılda Balkanlar'da büyük çalkantılar yaşanırken, siyasi yönden istikrar gösterdikleri varsayılabilecek ülkeler de iktisadi alanda ciddi sorunlarla karşılaşmışlardır. Söz konusu 10 yıl içinde Balkan ülkelerinin tamamı, kimileri oldukça hızlı, kimileri sancılı, kimileri kanlı, kimileri genel eğilimi izleyerek, kimileri ise uzun süre direnerek bu değişim yoluna girmişlerdir.
Balkanların Türkiye açısından önemi
Etnik unsurları birbirine karışmış, aralarında kin ve husumetin zaman zaman patlama noktalarına gelmiş olan Balkanlar, Türk dış politikasının en önemli sorun ve fırsat kaynağı bir bölgedir. Genel olarak baktığımızda, bölgenin Türkiye için önemi, şu unsurlardan oluşur: Doğu, Orta ve Batı Avrupa ile Türkiye arasındaki geçit konumu; Osmanlı mirası diyebileceğimiz müşterek kültür değerleri ve hala Türkiye’ye bakmakta olan Türk ve Müslüman unsurlar ve bölgenin ekonomik potansiyeli; genel değerlendirmede Balkanların transit yolu niteliği, Orta ve Batı Avrupa’da yaşayan 3.5 milyon civarındaki Türk nüfusunun temel geçiş yolu olduğu için özel önem taşımaktadır. Osmanlı döneminde Türkiye’deki reform hareketlerinin geçiş yolu, Balkanlar olmuştur. Türkiye’nin doğalgazı Balkanlardan geçerek ülkemize ulaşmaktadır.
Demir yolları ve karayolları ile ticaret akışımız Avrupa’ya Balkanlar üzerindendir.
Balkanlardaki Osmanlı mirası, artı ve eksileriyle aramızda vazgeçilemez bir bağ oluşturmaktadır. Halen, 9.2 milyon nüfusa sahip Bulgaristan’ın nüfusunun %15’i “evlad-ı fatihan” dediğimiz Türk unsurlardan oluşmaktadır. Makedonya’da 70 bin, Kosova’da bir o kadar Türk vatandaşı çeşitli baskılara direnerek, vatanlarındaki yerlerini korumaya çalışmaktadırlar. Keza Yunanistan’da 130 bin civarındaki Türk unsuru da aynı mücadeleyi vermektedir. Bosna, Arnavutluk ve Bulgaristan’daki Türk olmayan Müslüman unsurlar da bir bakıma kendilerini hala Türkiye’ye bağlı ve akraba olarak hissetmektedirler. Osmanlı döneminin kültür mirası, uzun asırlar içerisinde beraber yaşamanın getirdiği benzer davranış modelleri ve kültür değerlerinden oluşmaktadır. Balkanların tarihi, İstanbul’daki Osmanlı arşivlerinde yatmaktadır.
Ekonomik bakımdan Balkan ülkelerindeki istikrarsızlık Türkiye’nin bu bölgeye yeterince önem vermesine ve ticari bağlar kurmasını ciddi olarak engellemektedir. Bununla beraber, Romanya’da küçük ve orta boy Türk işletmeleri, dinamik bir tablo oluşturmaktadır. Bulgaristan’da ise Türk toplumu bir nevi ekonomik köprü oluşturmaya başlamıştır. Eski Yugoslav ülkeleri, savaş yorgunu olduklarından daha henüz kendilerini ciddi bir ticaret ortağı olmaktan alıkoymaktadır.
Balkanlardan bahsederken, bölgenin hangi devletlerden oluştuğu önem kazanmaktadır. Zira, Balkan tabirini bölgedeki ülkeler pek sevmemektedirler. Literatürde Balkan kelimesinin yerine tedricen Güneydoğu Avrupa terimi yerleşmektedir. Buna rağmen, Slovenya, Hırvatistan gibi Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun parçası olan devletler, kendilerini Orta Avrupa kategorisine koymamaktadırlar.
AB’ne katılım ihtimali ve yolu Balkan ülkelerinin kalkınmalarına, demokratikleşmelerine ve bölge barışı için olumlu katkıda bulunabilecek bir etkendir. Ancak, Güneydoğu Avrupa’da, halen üye olan Yunanistan dışında sadece Romanya ve Bulgaristan’a ikinci gelişme kademesinde yer alma vaadi yapılmış, buna karşılık, Slovenya hariç, eski Yugoslav Cumhuriyetleri ile Arnavutluğa herhangi bir ışık yakılmamıştır. Romanya ve Bulgaristan’ın içerisinde bulunduğu kategorideki devletlerin AB’ne katılmaları da pek yakın bir geleceğin olgusu sayılmamalıdır.
AB, Balkanlarda genel olarak barış ve istikrara katkıda bulunabilmek amacı ile işbirliği modelini oluşturmak amacıyla, Rayemaund sürecini başlatmıştır. Ancak, AB adına, bu sürecin koordinatörlüğüne bir Yunanlının getirilmiş olması, süre cin başarı değilse de AB’nin Balkan işbirliğini hangi kanalla yürütmek istediği hakkında bir fikir verebilir.
Buna karşılık, ABD, AGİT çerçevesi içerisinde Güneydoğu Avrupa ülkelerini içerisine alan ve sadece ekonomik işbirliği niteliği taşıyan bir SECI süreci başlatmıştır. Bunlara ilaveten, Balkan ülkeleri, Balkanlar Konferansı serisi devam etmektedir. Bu arada, Yunanistan’ın hem Avrupa üyesi hem bir Balkan devleti olarak, Balkanlarda aktif bir rol oynamaya çalıştığı ve Türkiye’nin bölgede artan nüfuzunu azaltmaya uğraştığı açıkça görülmektedir.
Münferit Balkan ülkeleriyle ilişkilerimize gelince, bu ilişkilerin Yunanistan hariç oldukça iyi düzeyde olduğunu söylemek mümkündür. Bununla beraber, bu ilişkilerin karşılıklı olarak geliştirilmesi hem Türkiye’nin Balkanlardaki çıkarlarının korunması hem de bu ülkelerin ekonomik gelişmeleri bakımından olumlu sonuçlar verebilir. Ülkemizde Balkan meselelerinin analizi yapılırken bir Ortodoks birliği, bir Slav birliği ya da dayanışması gibi kavramlar üzerinde durulmaktadır. Hiç şüphe yok ki özellikle Doğu kiliseleri, milliyetçi akımlar üzerinde ciddi etkiler yapmaktadır.
Bugün, Yunanistan milliyetçiğinin bayraktarlığını Ortodoks kilisesi yapmaktadır. Ancak, diğer Balkan ülkelerinde 50 yıllık komünist yönetimi sırasında kilise ve dini uygulamalar büyük baskılar altına alınmış ve kiliseler milliyetçilik yerine kendi varlıklarını koruma çabasına düşmüşlerdir. Ayrıca, Yunan, Bulgar, Sırp ve Rus kiliselerinin “Auto-sefal” ayrı başlı olduğu ve hatta aralarında rekabet bulunduğu bilinmektedir. Slav birliği kavramına gelince, bunun 19.yüzyılda Ruslar tarafından Balkanlarda egemenlik kurmak için ortaya atılan ideolojik bir araç olduğu bilinmektedir.
Artık Bulgaristan ve Balkanların diğer, diğer Slav unsurları kendi geleceklerini bir Slav birliğinde değil, AB’inde görmektedirler. Ancak, bu iki akımın çağımızda etkinliğini yitirmekte olması, Balkanlardaki Türk ve Müslüman aleyhtarı çeşitli milliyetçi akımların zayıfladığı ve ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. Geçtiğimiz yıllarda Bosna olayları bu duyguların ne kadar güçlü olduğunun delillerini vermiştir. Halen Makedonya ve Kosova’da yaşayan Türkler, Sırp ve Arnavut milliyetçiliği arasında sıkışıp kalmışlardır. Yunanistan’da Türk azınlığının içinde bulunduğu koşulları bir medeni Avrupa ülkesinin koşullarıyla kıyaslamak mümkün değildir (oradaki Türkler’e de eşit muame- le yapılmamasına rağmen). Bulgaristan’da son yıllarda Türk toplumuna değer verilir gibi görünse dahi, özellikle eğitim bakımından ciddi sıkıntılar devam etmektedir.
Türk kamuoyunu ciddi suretle düşündüren Balkanlarla ilgili konulardan biri mevcut şartlar altında Balkan ülkelerindeki Türklerin ve akraba sayılabilecek kavimlerin, mevcut milliyetçi akımlar karşısında geleceklerdir. Bunun için çeşitli Balkan ülkelerindeki durumu ayrı ayrı ele almak gerekir. Bulgaristan’daki Türkler ve kendilerini Türk sayan Pomak ve Romanların sayısı oldukça yüksektir. Bu nüfusun, Bulgaristan topla m nüfusu içerisindeki payı, göçlere rağmen artmaktadır.
Birkaç yıl içerisinde Bulgaristan’ın nüfusu 9 milyonun altına düşecek, Türk ve Müslüman nüfusu ise Bulgar nüfusunun %20’sine yaklaşacaktır. Bu safhada etnik milliyetçi Balkan ülkelerinin, kendi ülkelerindeki ister Türk kökenli, ister başka kökenli olsun, tüm Müslümanlara Türkiye’nin bir uzantısı olarak bakmaları ve kendi milliyetçilikleri, Osmanlı dönemindeki Türk düşmanlığına dayandığı için de ülkelerindeki Müslümanları eşit görmek yerine bunları ya asimile etmeye ya da sindirerek göçe zorlama eğilimi içerisine girmektedirler. Buna karşılık, Türk ve Müslüman unsurlar da tepkisel olarak gittikçe artan ölçüde kendilerini Türkiye ile birlikte tanımlayarak bazen aşırı milliyetçilik, bazen de İslamcılık etkisinde kalabilmektedirler. İşte bu gerginlik Türkiye’nin Balkanlarda geliştirmek istediği işbirliği politikalarını olumsuz olarak etkilemektedir.
Örneğin, Türk nüfusunun çok az bulunduğu Romanya ile Türkiye yakın bir ekonomik ilişkiler süreci geliştirebileceği halde, diğer Balkan ülkelerinde oluşamamaktadır. Ancak, son yıllarda, Balkan ülkelerinin Avrupa Birliği’ne yönelmeleri, onların insan haklarına dayalı, Avrupa sosyal normlarını kabul etmeleri yönünde olumlu sonuçlar vermeye başlamıştır. Lakin, bu ülkelerin AB’ne üye olmaları halinde dahi, Türk ve Müslüman unsurların istenilen ölçüde eşit yaşama hakkına kavuşmalarının ne kadar zor olacağı Yunanistan’daki Türklerin süregelen sıkıntılarından bellidir. O halde, Balkanlarda barışın hakim olması için Türk ve Müslüman unsurlarla diğer etnik unsurların arasında bir arada yaşamak koşullarını belirlemesi ve buna tüm Balkan ülkelerinin uymaları gerekir.
Bu koşullarda neler olabilir?
Birincisi, etnik milliyetçilik duygusunun azaltılmasıdır. Demokratik ve insan haklarına saygılı rejimler kuruldukça, Balkan ülkeleri, Avrupa kuruluşları içerisinde yer almaktadırlar. Her ne kadar mevcut Avrupa anlaşmaları bireysel hakları yasal ve manevi bakımdan koruma altına alıyorsa da azınlık teriminin tanımlanması ve dolayısıyla azınlık haklarının uygulanması, devletlerin kendi inisiyatifine bırakılmalıdır. Bu durumda Bulgaristan’da veya Yunanistan’da milli azınlık olmadığını sadece dini farklılıklar bulunduğunu iddia etmek, tarihsel oluşuma ve mevcut sosyo-kültürel koşullara ters düşmektedir. O halde, birinci koşul, Avrupa normlarının şekli olarak kabulü değil, bunların özümsenmesi ve toplumsal hayata aksettirilmesidir.
İkinci kabul edilmesi gereken husus, bu ülkelerdeki Türk ve Müslüman nüfusun, bölgenin yerleşmiş insanları olduğunun kabulü ve bunları doğrudan veya vasıtalı yollarla göçe zorlamanın, Balkan barışına hizmet etmeyeceğinin anlaşılmasıdır.
Üçüncü koşul, Türkiye’nin Osmanlı Devletinin ne bir uzantısı, ne de islam aleminin yeni bir fatihi olmadığının, Balkan ülkelerinin yüreklerine sinmesidir. Şurası kabul edilmelidir ki, insan hakları artık sadece ulusların içişleri değil, tüm toplumların iç işidir. Bu itibarla, Türkiye’nin Balkanlardaki Türk soydaşlarının ve akraba sayılan Müslümanların insan haklarını savunması, çağdaş uluslararası hukukun verdiği ve aynı zamanda doğal olan bir haktır. Bu hakkın kullanımı dolayısıyla Türkiye, hiçbir zaman saldırganlık sıfatını vermez. Buna karşılık, Türkiye’nin de Balkan ülkelerine yaklaşımında gerçeklere dayansın dayanmasın, bu ülkelerin duyarlı olduğu konulara dikkat göstermesi gerekir. Gerçekten, ızdırap içinde olan veya aile birleşmeleri nedeniyle Türkiye’ye göç etmek zorunda hissedenlerin belirli bir program dahilinde Türkiye’ye göç etmelerine imkan verecek bir sistemin geliştirilmesi gerekebilir.
Bu bağlamda, ikinci olarak, özellikle göçmen kuruluşları tarafından yürütülen, bir gün Türkiye tekrar Balkanlara dönecektir şeklindeki propagandaların duygusal bir ifadeden başka bir anlam taşımadığının sık sık yetkililerce vurgulanması gerekir. Yine aynı şekilde, Balkanlardaki Türk, Müslüman unsurların bir bölümünün tecrit edilmişlikten doğan bir tepki ile “Türkiye bir gün buralara dönecektir” şeklindeki siyasi akım ve kampanyaları desteklememeleri doğru olacaktır.
1998 yılı başlarında Türkiye’nin karşılaştığı sorunlar, “Büyük başın büyük derdi olur” atasözünü haklı çıkaracak boyutlarda ve çeşitliliktedir. Türkiye’nin içinde yaşadığı bütün bölge geri kalmışlıktan, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmayı hedefleyen ancak bunu yapabilecek toplumsal ve siyasal ortamı hazırlamaya muktedir olamayan ülkelerden oluşmaktadır. Bu ülkeler arasında Türkiye demokrasi, insan hakları, çağdaş ekonomik yöntemler ve hamlecilik bakımından istisnai bir yere sahip, en büyük güç olarak ortaya çıkmaktadır.
Tarihten gelen mirası, çevremizdeki ülkelerin Türkiye’ye bakış açılarını etkilemekte ve Türkiye’nin kendilerine gelişmeleri için yeteri kadar yardım ve destek vermesi koşullarını oluşturmamaktadır. Türkiye’nin çok taraflı bir dış politika yürütürken, çok taraflılığın bir izolasyon politikası olmadığı ve Türkiye’nin sosyal, kültürel, ekonomik ve ideolojik bakımdan bir Avrupa ulusu olarak davranması gerektiği ortadadır.
Balkanlar konusunda Türkiye’nin her zaman bölgedeki statükoyu ve istikrarı desteklediği, Soğuk Savaşın bitmesinden sonra Türkiye’nin stratejik faydalar sağlaması yanında, sorumluluklarının da arttığı; Yugoslavya’daki kriz başladığında Batı ve özellikle Batı Avrupa ülkelerinin gerekli sorumluluğu göstermedikleri anlaşılmıştır.