İslamın Eğitim ve Öğretime verdiği önem
İslam eğitim tarihini incelemeye başladığımızda ilk olarak eğitim mekanı olarak kullanılan mescitlerden söz etmek gerekmektedir. Öyle tahmin ediliyor ki mescitlerin kültür merkezi oluşundaki ana faktör İslam'ın ilk dönemlerinde yeni dini hüküm ve anlayışını açıklayan dini bir tedrisat olmuştur. Daha İslam'ın ilk asırlarında mescitlerin vazife anlayışı çok geniş tutulmaktadır. Onu ibadet yeri,ilim müessesi, ordu karargahı ve elçilerin kabul edildiği bir mekan olarak kabul etmişlerdir.
Peygamber efendimiz döneminde beri camiler mescitler bir eğitim mekanı olarak kullanılmıştır. İslamiyet’in doğurduğu yeni ilim, bünyesi itibariyle camiye bağlı idi. Kuran ezberlemek ve anlamak başta gelmekteydi. Ve buna hakiki bir Müslüman’ın ne şekilde davranması gerektiğini kati olarak tayih eden hadisler eklenmekteydi. Bu peygamberlerimizin ölümünden sonra da bu şekilde devam etmiştir. Talebelerden bazıları memleketleri dolaşarak hadis bilgilerini halka öğretti.
Bu faaliyet belli başlı İslam merkezlerinden bir alim zümresi oluşturmakla kalmayıp, aynı zamanda sistemli bir tedrisata yol açtı. Yeni ilimlerin, eskilere eklenmesine rağmen, cami başlıca tedris merkezi olmaya devam etti. Mesela I. Asırda Medine camiinde ilmiş bir meclisinden bahsedilmektedir. Yine Ömer Bin Abdülaziz tarafından Mısıra müftü olarak gönderilen yazıt b.Abihabib ilmi Mısıra tanıtan ilk zat olarak gösterilir. Arap dili tetkiklerinde camilerde hararetli bir eğitim konusu oldu. Zaten Arapların eskiden beri belagata olan ilgisi bilinmektedir. Mesela Mısırdaki Amr Camii zamanla bir tedris merkezi haline gelmiştir. Ta başlangıçtan itibaren asırlar boyunca camilerin birer tedris müessesesi olduğunu alimlerin camilerde yatıp,kalka bildiklerini ve ayrıca Fatımîler zamanında ,muhtemelen daha da önceleri alimlere evler tahsis edildiğini kati olarak söyleye biliriz. Özellikle Cuma namazları sonrasında toplanan halka dini ve dünyevi bilgiler verilmekteydi. Zamanla bilhassa kurulan devletlerin hükümet merkezlerinden İslam dini yayıldıkça mescit sayısı da artmıştır. Mesela halife El-Mansur döneminde cami hocaların ve talebelerine dikkatini çeken birer kıble gah olmuştur. El-Mansur camiinde ulemalara hadisleri yazmaları için yerler tahsis edilmiştir. Yine Şam camiinde öğrencilere dersler verilmekteydi. Bu cami garipler ve ilim taliplerinde geniş imkan sağlardı. Bu camide alimler ve talebeler için zaviyeler kuruldu ve bir vakıfa bağlandı. İmam şafi medresesi, mecidiye zaviyesi vb.. örnek olarak gösterilebilir. Burada tıp aruz astronomi vb.. üzerine dersler verilmekteydi.
Medreselerin temelini oluşturmuştur diyebileceğimiz mescitler zamanla yerini medreselere bırakmışlardır? Bunları maddelemek mümkündür:
- Düşündüğümüzde bir ibadet yeri olan mescitler hem dini bir amaçla hem de ders veren bir kurum olarak daha ne kadar özelliğini koruyabilirdi?
- Mescitlerde hocalarından ders alan talebelerin çıkardığı gürültü insanların namaz ve ibadetini gereği gibi eda etmelerini engelleyebilirdi.
- Zamanla ilmin ilerlemesi, yeni ilim dallarının ortaya çıkması mescitlerde sadece dini eğitim verilemeyeceğini ortaya koydu.
- Mescitlere eğitim amacıyla gelen ve hocalık yapan insanlara bir ücret ödenmiyordu. Bunlar orta halli insanlardı ve bir sanat dalıyla uğraşarak geçimlerini sağlıyorlardı. Bunlara belirli bir ücret temin edilmesi gerekliydi.
- İslam aleminde sunilerle, Şiiler arasında bir çekişme vardı ki bu devletler arasındaki siyasi çekişmelerde bile önemli etkendi. Aynı zamanda eğitim alanında bu tür bir rekabet vardı.
Şimdi İslam aleminde medreselerin doğuşuna bakalım.
1055 tarihinde Selçuklular Bağdat'a girmişler ve buda Sünniliğin Şiiliğe karşı bir zaferi olarak kabul edilmiştir. Ve Selçuklu Büveyhilerin Şiiliği yaymak için kullandığı yolları tıkamanın en hayırlı yolunun da ilmi yaymak ve eğitime önem vermekten geçtiğine karar vermişlerdir.
Dârül-ilm adı verilen müesseseler Fatimi ülkelerinde Şiilerin propaganda merkezi olarak gelişirken, şarkta, aynı neviden Sünnî bir müessese olmak üzere, medrese meydana geldi. İşte medreseler bir anlamda da Sünniliğin Şiiliğe karşı savunulması amacıyla ortaya çıktı diyebiliriz.
Sünniliğin bilhassa şafi ve Hanefi mezheplerinin, kuvvetlenmesi ile, şarkta kuvvetli Sünni temayülü birçok tedris müesseseleri kuruldu. Sünnilik, şarkta 4.asırda başka mezhepler ile mücadeleye girmek zorunda kaldı.
Müslüman tarihçiler mendereselerin tarihini yazmakta güçlük çekmektedir. Medreselerin ortaya çıkışı Alparslan ve Melikşah'a vezirlik yapan NizamülMülk'e bağlansa da El-Makrizi ve El-Suyûti, ondan önce medreseler bulunduğunu söylüyorlar. Fakat şu da kabul edilmelidir ki NizamülMülk'ün gayret ve heyecanı medrese için yeni bir gelişme devrinin başlangıcı olmuştur.
Fakat ondan önce tarihçilerin kaydettiği çeşitli medreseler vardır. Bilhassa camide de esaslı tedrisat yapılan Nişabur'da bu tür medreseler meydana geldi.
Burada meşhur 4 medrese olduğu bilinmektedir.
- El-Bayhakiya Medresesi
- Nişabur Valisi Nasr B.Sebüktegin tarafından kurulan medrese
- Abu Sa'd İsmail Al-Astarabadi'nin kurduğu medrese
- Ebu İshak El-İsfarani tarafından yaptırılan medrese
Bunlar kabul edilse de NizamülMülk İslam aleminde medreseler açısından bir dönüm noktasıdır. Onun kurduğu medrese tipi, yani talebeleri yedirip, içirip, barındıran mektep tipi ondan sonrada rağbet gördü ve birçok devlet tarafından örnek alındı. Eski camilerde de talebelerin yatıp kalktıkları odalar bulunduğuna göre, medrese ile cami(mescit) arasında pek fark yok denebilir. Ancak medreseler, özellikle talebelerin okuması, iskanı, eğitimi göz önünde tutularak yapılmıştır. Medrese(madrasa, madaris) bu vasfı ifade eder, bu İbranice ve aramice ile müşterek alan Arapça "darasa" kökünden gelmektedir.
Son derece heybetli olan Nizamiye Medreseleri zamanla her köy, kasaba ve şehirde boy göstermiştir. NizamülMülk'den sonrada Medrese kurma faaliyetleri duraklamadı. Medrese Irak'ta, Horasan'da, El-Cezire'de...vb, NizamülMülk devrinde veya ondan pek az bir zaman sonra gelişti. Sadece Nişabur'da, Bağdat'ta değil, Belh, Musul, heart ve Meru'da da medreseler kuruldu. Mesela Nureddin Zergi Şam'da medrese kuran ilk kişidir. V. asırda NizamülMülk'ün himmeti ile gelişen medreseler, şarkta daha uzun zaman devam etti. Şiraz'da ve İlhan'ın başlıca şehirlerinde de medreselerin mevcutları V. asırdan itibaren bu yarışa Irak ve Suriye'de katıldı. Medreseler bilhassa Şam'da çok gelişti. Özellikle Eyyubiler zamanında Mısırda inşa edilen dikkat çeker.
NizamülMülk'den sonra, medrese kurmakta en çok şöhret kazanan şahsiyet Selahaddin olmuştur. Selahaddin bu şöhreti Suriye, Filistin ve Mısır gibi İslam memleketlerinde inşa sahasında faaliyet göstermiş olmasından gelmektedir. Eyyubiler ve Memluklar döneminde de bu tür faaliyetler dikkat çeker. Kahine'de eski Fatımi sarayının zemini üzerinde, iki dizi halinde medreseler kurulmuştur. Anadolu'da medreseler Selçuklular zamanından kalmadır. Konya'da ki Sırçalı Medrese, Karatay Medresesi, İnce Minareli Medrese örnek olarak gösterilebilir. İbn Batuta'da Anadolu'nun her tarafında hatta küçük kasabalarda bile bu eğitim-öğretim kurumlarına rastlandığını not almıştır.
Medreselerin kuruluşu tarihteki devletler için ne kadar önemliyse de burada eğitim veren müderrislerde o kadar önemlidir. Çünkü Müslümanlar talebenin ilmi tek başına kitaplardan öğrenmesine şiddetle karşı çıkmışlardır. Nitekim şu sözlerle bunu ispatlamaktadır;
"Belanın en büyüğü sayfaları hoca edinmektir."
"Üstadı olmayan kimsenin önderi şeytandır."
Bundan başka bilgiye bir eğitim tekniğinde ilave edilmesi gerekmektedir. Bilgi öğretimi tek başına bir silah olarak kullanılamaz. Ayrıca talebe ve hoca arasında bire bir eğitimle sevgi ve saygı bağı kurma imkanı da elde edilebilir. İbn Haldun’a göre öğretim birmeslek ve sanattır. Fakat terbiyenin ilk olarak bir öğrenci için aileden başladığı da o dönemin alimleri tarafından inkâr edilmemiş, aile ortamının bir çocuğu ilerdeki öğrenim farklı boyutlarda etkilediğini kabul etmişlerdir.
Öğretimin mescitlerde yapıldığı dönemlerde mescidin kapısı kendisini öğretmenlik yapma liyâkatına malik gören herkese açıktı. Fakat zamanla tam teşkilatlı ve kurumsal devletler ortaya çıkınca, hükümetler öğretime el atmış, öğretim müesseseleri bu hükümetler tarafından kurularak, buralara ücretli,müfredatı belli müderrisler tayin etmişlerdir. Öğretim kurumunda görevli olan hocalar gerek seviyelerine gerekse aldıkları ücretlere göre üç gruba ayrılmıştır.
1.Mektep Muallimleri: Bunlar içinde kendini gerçekten öğretime adamayan insanlar yüzünden muallimler kötü bir nam salmıştır. İbn Abdun bunların sadece Kuranı ezbere biliyor diye muallimler yapılmalarını kınamaktadır. Bunlarının çoğu cihad ve muharebeden kaçmak için bu mesleği seçmişlerdir. Ancak birkaçı yüzünden bütün muallimlerde kötülenemez. Fakat içlerinden bazıları muallimlerin itibarlarını öyle sarmışlardır ki zamanla onlar için “Sıbyan Muallimi” tabiri kullanılmıştır.
2.Müeddiblik: Devrin ilim, eden ve ahlakça mümtaz sayılacak şahsiyetlerinin yaptığı büyük ve önemli bir işti. Bu insanlar hükümdar çocuklarının eğitimi gibi önemli bir mevki kadar yükselebiliyorlardı. Yine daha öncesinde de halife ve ekâbir çocuklarının eğitimi ile ilgilenen insanlar için kullanılan bir terimdi.
3.mescit ve Medrese Müderrisliği: Bu gruba dahil muallimler aşırı derecede takdir ve hürmet görmüşlerdir. Tarihte onların değerini düşüren ve itibarını sarsan bir ifadeye rastlamak mümkün değildir. Zaten Medrese eğitim kadrosunda Müderris (profesöre), Muid (Asistana), Mufidler (Doçentlere) denk tutuluyordu.
Mesela Nizamiye Medreseleri, yüksek seviye de öğretim yapan müesseselerdir. Bu bakımdan müderrisleri de daima devrin seçkin alimleri ve büyük üstatları arasından seçilirdi. Bu medreselerden icazetname alabilmek bir talebe için büyük bir onurdu. Medreselerde görevli olanların mali durumlarına bakarsak ki, bu medreseler vakıflara bağlı bulunuyordu, mekteb muallimlerinin zümre arasındaki düşük içtimai seviyelerinden dolayı mali durumları da iyi değildi. müeddibler ise vezir ve vüzera taifesinin kendilerine hizmet karşılığı sağladıkları varlık ve dirlikle refah bir hayat sürmüşlerdir. Medrese Müderrisleri ki hiç şüphesiz tantanalı bir hayat sürmüşlerdir. Yüksek bir mali seviyeye ulaşmışlardır. Zaten devlet büyükleri müderrisleri himaye altına almaktaydılar. Bahşişler ve arkası tükenmez insanlar sayesinde muallim ve müeddiblere göre daha debdebeli bir hayat yaşamışlardır.
Bu eğitici kadrosu ve bunun dışında medresede çalışan diğer personel bu kurum vakıflara medrese çalışan diğer personelle bu kurum vakıflara bağlı olarak süregelmiştir. Tabi ki bu medreselerde öğrenciler için kalacak yer vb.. kurulduğu için burada çalışacak insanlarda ihtiyaç duyulmuştur. Mesela odalara kandil temini için uğraşan ve sırf bununla ilgilenen görevliler bulunmaktaydı. Talebelerin kendilerini sadece ilme vermeleri için her türlü imkan sağlanıyordu. Zaten medreselerinde yanına mutlaka bir kütüphane kurulurdu.
Talebeler mezun oldukları icazetname yani diploma alıyorlardı. Fakat İslam'ın ilk devirlerinde böyle bir tahsil diploması yoktu çünkü kurumsal anlamda işleyen bir eğitim-öğretim çarkı yoktu. Zamanla medreseler ortaya çıkınca eğitim ve öğretime hem hocalar hem talebeler için belirli kurallar getirildi. Aynı zamanda şu da söylenmeli ki İslam aleminde öğretim imkanı ve eğitimde fırsat eşitliği zengin olsun fakir olsun her öğrenciye sağlanmıştır.
Erkek öğrenciler için zengin olsun fakir olsun herkese öğretim eşitliği tanındığı gibi, kadın erkek ayrımı da yoktu. Müslüman kadınların bir çoğu fırsatını bulup değişik branşlarda derinlemesine bir kültür seviyesine ulaşmıştır. Bunlar içinde edebiyat, musiki vb.. sayılabileceği gibi dini konu ağırlıklı olarak da eğitim alanlar vardı. Peki İslam da tahsil yolu kadınlara bu denli açık olduğu halde bayan talebe erkeğe göre azdı. Müslüman talebeler arasında uzun yolculuklara çıkmak, feyz alabilmek için büyük alimler izlemek birçok güçlüğe göğüs germek, çetin hayat şartlarına dayanabilmek talebenin derecesini artırırdı. Ancak bir kadın için bu güçlüklere katlanabilmek çok zordu. Yinede Eş-Şeyha Şühde, Zeyneb Binti, Rabiatül Adeviyye, Harun Reşid’in eşi Zübeyde gibi gerçekten ilim mertebesine yükselmiş kadınlarda vardı. Ortaçağ Avrupa’sıyla karşılaştırıldığımızda gerçekten İslam dünyasında eğitim-öğretim alanında kadına tanınan fırsat eşitliği açıkça görülmektedir ki. Batıda o dönemde kadın her şeyden elini ayağını çekmiş, dünyaya kapalı olarak yaşayan ve II. Sınıf insan muamelesi gören kişi durumundaydı.
Şimdi de ilk İslam devletleri ve Atabeylikler döneminde eğitime bakış acısı nasıldı bunu görelim. Karahanlı ve Gazneli gibi Müslüman Türk devletlerinde atabey gibi bir unvan veya bununla ilgili olarak bir müessesenin varlığı hakkında bilgi yoktur. Selçuklularda da Atabey unvanını ilk kez vezir NizamülMülk almıştır. B. Selçuklunun yıkılışından sonra Atabeylik devam etmiştir. Irak Selçukluları, Musul Atabeyliği, Dımaşık Atabeyliği....vb. Bu müesseseyi devam ettiren diğer bir Türk Devleti de Anadolu Selçuklularıdır. Ak Koyunlular, Saf eviler, Eyyubi ve Memluklar dede bu müesseseye rastlamaktayız.
Mesela ilk Türk İslam devletlerinden Karahanlılar(840-1212) Doğu ve Batı Türkistan'da egemenlik kurmuş olan Karahanlılar aynı zamanda İslam dinini kabul eden ilk Türk Hanedanıdır. Daha çok Türk tarihinde kültür alanında bıraktıkları yapıtlarla anılırlar. Bunların başında Kaşgarlı Mahmud'un Divan-ı Lügat-ı Türk'ü gelmektedir. Bu eser Türk dillerinin bir ansiklopedisi görünümündedir. Yine Yusuf Has Hacib'in Kudatgu Biliğide önemli eserlerdendir. Türk dilinin bilinmeyen en eski yazılı yapıtları olan bu ürünler o dönemin Türk dünyasını tarih, coğrafya, toplumsal yapı, dil ve daha bir çok bakımdan aydınlatan bilgilerle doludur. Dünyada burslu öğrencilik sistemi ilk kez Karahanlılar Semer kant Medresesinde uygulanmıştır. Yine mimaride ilk İslami Türk yapıtlarını sergilerler.